23 Temmuz 2007

Seçim Yapıldı!!!

Dün bu yaşıma kadar gördüğüm genel seçimler içinde en heycanlısını yaşadım. Ülkemiz için de heycanlı bir gün oldu. Seçim sonuçları ilk kez bu kadar hızlı açıklanması da çok keyif verici oldu.

Seçim sonuçları çoğu insanı şaşırttı. AKP, 2002 seçimlerinden sonra yine tek başına iktidar oldu. Diğer partileri eze eze oyunu arttırarak iktidarını koruyan ender siyasi partilerimizden biri olarak da tarihe geçti.

CHP, MHP ve bir miktar bağımsız aday meclise girdi. Bir miktar aslında cumhuriyet tarihindeki ikinci en yüksek sayı olarak karşımıza çıktı.

Seçimden önce ülke de gergin bir ortam olmasına rağmen bugün herkes rahatlamış görünüyor. Bu rahatlama belki de bir şokun etkisidir.

Bu seçimde de görüldüğü üzere partiler dışında siyası ortama müdahale edildiğinde halk bu müdahalenin tersi yönde karar alabiliyor. 1980 darbesinin ardından ilk genel seçimler olan 1986 seçimlerinden hemen önce dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren televizyondan halka seslenerek desteklediği partinin MDP (Milliyetçi Demokrasi Partsi) olduğunu açıklamıştı. Ancak seçim sonuçları Kenan Evren'in hiç de hoşuna gitmeyecek şekilde sonuçlanmış ve ANAP %46 civarı bir oyla tek başına iktidara gelmişti.

Bu seçim öncesinde de kendisini Türkiye'de bir taraf olarak lanse eden ve tarafını açıkça ortaya koyan bir kuruma tepki olarak halkımız yine AKP adlı partiyi %46,7 gibi net bir oyla iktidarı eline aldı. Hatta bazı illerde %70 civarı oy almayı bile başardı.

Seçim sonuçları AKP'nin Türkiye'nin partisi olduğunu ortaya koydu. Peki bu genç parti nasıl oldu da CHP gibi köklü bir partinin önüne geçmeyi iki seçim üst üste başardı? CHP nasıl oldu da sadece sahil kentlerinden oy alabilirken diğer kentlerden oy alamadı? CHP, nispeten zengin ve geliri yüksek olan illerden oy almasının nedeni ne olabilir. Sadece bu bölgelerde yaşayanlar mı ülkenin rejiminin değişmesinden korkuyorlardı? CHP kendine hedef kitle olarak orta sınıfı ve burjuvayı hedef alarak seçime girdi. Yani kaybetmekten korkusu olan iki sosyal sınıfın oylarına talip oldu. Bu nedenle rejim değişikliğini ön plana çıkararak yaptı. Ancak farketmediği bir çok şey vardı. Orneğin, AKP neoliberal politikalar izlemesi açısından burjuvanın isteklerini karşılamak açısında CHP'nin önündeydi. Bu nedenle CHP burjuvaların oyunu alamadı. Bir başka nokta ise ülkedeki gelir adaletsizliği nedeniyle ülke gelirinin %95'ini nüfusun %5'i elinde bulundururken geriye kalan %5'i ise nüfusun %95'i elinde bulunduruyor. Bu oranlara bakarsak CHP'nin %20 oy almış olması bile mucize gibi görünmekte. Çünkü iki rakibi AKP ve MHP (bu parti rakibi değil yoldaşı da olabilir), toplumun alt sınıflarına hitap ediyorlardı. Burda CHP'yi kurtarmaya çalışmayacağım ve de orta sınıfın yenilgisinin keyfini sürmek istiyorum.

Daha önceki yazıda da belirttiğim gibi sıradan vatandaşın hayatında hiç bir değişiklik olmayacaktı. Yani AKP'de gelse, CHP'de gelse sıradan vatandaşların hayatında bir değişiklik olmayacaktı. Ama seçimin sonucunu bu sıradan vatandaşlar belirledi ve orta sınıfa bir darbe vurdu. Şimdi sıradan vatandaşın kendine gelmesi gerekiyor. Hayatında değişiklikler yaratacak bir siyasi oluşumu yaratması gerektiğinin farkına varması gerekiyor. Sadece oy zamanları vatandaşı hatırlayan onun dışında hep burjuvanın kucağına oturan partilerden kendine bir hayır gelmeyeceğini görmesi gerekiyor. AKP'nin kendi öz tabanı (dini eğilimi yüksek insanlar) için açacağı alanların Türkiye solu tarafından iyi kullanılması gerekiyor ve AKP'yi kendi silahı ile vurması gerekiyor. Türkiye solunun bu fırsatı kaçırmaması gerekiyor.

01 Mayıs 2007

Yine seçim var!

Evet yine güzel ülkemde seçim yapılacak. Bizler gidip elimize tutuşturulan oy pusulasında bir siyasi partiye bizi bu yönetir diye oyumuzu atacağız. Parmağımıza Hindistan'dan getirilen özel bir boyadan damlatılacak. Akşam televizyon başına geçip sandıklar açıldıkça ülkemizi kimin yöneteceğini öğrenmeye çalışacağız.
İlk kez bir meclis dört yılını doldurarak seçimlere gidecekti ama olmadı. Belki bir daha ki sefere dört yıl tamamlanır. Yeni meclisimiz yeni cumhurbaşkanımızı seçecek. Yeni cumhurbaşkanımız yeni başbakanımızı atayacak, o hükümeti kuracak. Bakalım neler olacak?

Ülke yönetiminde bu kadar değişiklik olurken seçenlerin genelinin hayatında bir şey değişecek mi? Cumhurbaşkanı A kişisi oldu, başbakan B kişisi oldu bu sıradan vatandaşı nasıl etkileyecek?

Sıradan vatandaş sabah erkenden uyanacak, işine gidecek, asgari ücret alarak çalıştığı işte günde en az 8, haftada en az 45 saat çalışacak. Kendisi veya ailesinden biri hastalanacak SSK'sını yatırmayan patronu yüzünden doktora gidemeyecekler. Hastalandığı için verimi düştüğinden patronu belki de işten çıkaracak. Aylarca iş aramak zorunda kalacak. Ölümü gösterip, sıtmaya mahkum eden bir patron yine en fazla asgari ücret üzerinden işe alacak sıradan vatandaşı. Evinin bulunduğu bölgede bir saat yağmur yağdığında evini su basacak, sokaktaki selde belki bir tanıdığı ölecek. Okula gitme yaşındaki çocuklarını okula gönderemeyecek, iş bulmalarını isteyecek. Akşam eğer televizyonu varsa televizyonda başbakanın açıklamalarını izleyecek, yine bir şeylere zam olduğunu öğrenecek, ya da ülkenin büyük iş adamlarından birinin kızının evlendiğini, düğüne başbakanında katıldığını ve düğünde toplamda sıradan vatandaşının yedi sülalesinin bir ömür çalışıp kazanamayacağı kadar miktarda bir masraf yapıldığını öğrenecek. Kızı varsa o geline, oğlu varsa o damada özenecek. (Bir kaç yıl sonra bu büyük işadamı hakkında söylentiler çıkacak, ihalede yolsuzluk, vergi kaçakcılığı vs.) Belki bir seçim daha olacak, başbakan yine değişecek. Ama bizim sıradan vatandaş hala asgari ücretle sürünmeye devam edecek...

Evet her seçimde bizim yani sıradan vatandaşın hayatı o kadar keskin hatlarla değişiyor ki sıradan vatandaş devlet yönetimindeki didişmeleri kendi hayatından daha fazla önemsiyor.

Bugün 1 Mayıs'tı. Bugün sıradan vatadaşların günüydü. Taksim'e gitmek istediler ama dayak yediler. Kendileri için gideceklerdi. Kendileri için yürüyüp, kendileri için haykıracak, kendilerinden olan 34 kişiyi anacaklardı. Ama dayak yediler. Bu ülke sıradan vatandaşların ülkesi olmamaya devam ediyor. Bu ülkenin daha önemli meseleleri var. Mesela cumhurbaşkanı kim olacak, karısı türbanlı mı olacak, yoksa türbansız mı olacak? Sıradan vatandaş sırtında jop izleri varken bile, bunu tartışımaya devam edecek. Gerçekten sıradan vatandaş için ne değişecek?

22 Ocak 2007

Toplumsal Cinayet

Bu gün kültür nedir diyecektim ama diyemiyorum, yazamıyorum. İçimden gelmiyor. Bu nedenle bugün toplum olarak işlediğimiz cinayetin acısını hissederek, duygularımı ve düşüncelerimi aktarmak istiyorum.

Bu cinayet iki yıldır, bağıra çağıra geliyorum diyordu. Bir avukat hiç de üstüne vazife olmayacak şekilde insanları 301. maddeye dayanarak açtığı davalarla hedef gösterme görevini başarıyla tamamladı.

Bu ülkede 301. maddeyi yazan bir meclis var. Bu ülkede 301. maddeye dayandırılarak açılan her davada basın açıklamaları ile dava dilekçesini veren bir avukat var! O avukatı gündem yapan bir de medya var. Davanın görüleceği gün orada olan ve henüz suçu kanıtlanmamış kişiyi tartaklamaya gelen bir grup insan var. Tartaklayanları seyreden bir polis gürühu da hemen o adliye sarayının önünde. Anayasada yer alan "Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz." ifadesine rağmen mahkeme sonuçlanmadan sanığı suçlu ilan eden bir toplum var bu ülkede!

Başka şeyler de anımsıyorum ben bu ülkeye dair. Bu ülkede 37 kişiyi yakarak ölüdürmeye giden grubun zarar görmediğini açıklayan başbakanlar var! Bu ülkede "Bana milliyetçiler insan öldürüyor dedirtemezsiniz" açıklaması yapan cumhurbaşkanları var!
Bu ülkede milli kahraman ilan edilen katiller var!

Her hangi bir başarıda hep büyük Türk Milletinden dem vuran devlet adamları böyle bir cinayette nedense aciz bir Türk Milletinden dem vurmayı tercih eder oluyorlar.

Sinirimden daha fazla bir şey yazamayacağım, aldığım bir kaç e-postayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

e-posta 1:
Ne yazılır...ne söylenir bilinmez...
herhangi bir antropoloji dersinde, Türkiye'nin etnik yapısını anlatacak olsam...
şöyle mi diyeceğim diye düşünüyorum...Türkiye'de sadece Türkler ve Sünniler yoktur...
Başkaları da vardır...Hani şu ötekiler diyerek adı yumuşatılmış azınlıklar...
yine antropolojik bir yorum yapıp...bir kelime ile aynı topraklarda doğup büyüyen yaşayan insanları nasıl kıstırdığımızı anlatacağım diye düşünüyorum...
Ötekiler, azınlıklar, az olanlar, azlığa mahkum edilmiş olanlar...
misyonerler, dış mihraklar, yabancılar, ecnebiler, ermeni dölü olanlar, rum tohumu olanlar, ölüleri çok ağır olan gavurlar, haçlı kalıntıları yani bu topraklarda yüzyıllardır yaşayıp da bu topraklara ait kabul edilmeyen insanlar...
Türk düşmanları, Türklük düşmanları...İslam düşmanları...
bir güvercin ürkekliğinde yaşamaya zorlanan, kültürleri bir azınlık dünyasına tıkılmak istenen insanlar...
önce geleneklerini, inançlarını anlatacağım yani öyle mi....Türklere ne kadar çok benzediklerini, Türklerin de onların sevdikleri şeyleri ne kadar çok sevdiklerini...aynı müziği farklı dillerde dinlesek bile aynı keyfi aldığımızı, aynı toprakta büyüdüğümüzü, Kürt Alevisiyle, Türk Sünnisiyle aynı Malatya'da, aynı Diyarbakırda, aynı Rize'de doğduğunu anlatacağım...
Sonra bana sormayacaklar mı...peki neden bu öfke, bu ayrım, bu saçmalıklar diye...
O zaman ölümün antropolojisini yapabilecek miyim bakalım...
O zaman bana şiddetin antropolojisi mi düşecek...
Yoksa ölümün ardından geri gelmeyene karşı bir kez daha hissedilen derin sessizlik mi düşecek...
Azınlık, Bölücü gibi kelimeleri geride bırakıp bakalım ne zaman öğrenecek bu dil, kardeşlik ve barış demeyi...

e-posta 2:
Dün (20.01.2006) öğleden sonra yeni bir cinayetle, bir tokat yedi Türkiye. Düşünce özgürlüğü ve azınlık hakları konularında verdiği mücadele ile tanınan Ermeni yazar Hrant Dink, İstanbul’un en kalabalık caddelerinden birinde; üzerine sıkılan dört kurşundan ikisinin başına ve boynuna isabet etmesi sonucu feci biçimde öldü. Ve her aydın-yazar cinayetinin ardından olduğu gibi, akıllarda belkide asla cevaplanamayacak sorular bırakarak aramızdan ayrıldı. Açıkça söylemek gerekirse, Hrant Dink’i fazla tanımam; mesala genel yayın yönetmeni olduğu AGOS gazetesini hiç okumadım; daha ziyade televizyondan ve internetten biliyorum (ne kadar bilinebilirse). Dolayısıyla hakkında fazla birşey söylemek üzerime düşmez ama bu cinayetin ardından yaşananlar arasında dikkatimi çeken iki konuyu kaleme almak istedim.

Bu konulardan ilki, bir tesadüfün ürünü. Şu sıralar Hıfzı Topuz’un yeni yayınlanan kitabı ‘Başın Öne Eğilmesin: Sabahattin Ali’nin Romanı’ isimli kitabını okuyorum. Ülkemizde aydın-yazar cinayetleri serisinin 62 yıl önceki kurbanı Sabahattin Ali’nin hayatını ve öldürülüşünü anlatıyor. (S. Ali’nin öldürülüşü hakkında, daha önce yayınlanmamış bilgiler içeriyor.) Kitabın bir bölümü, Türkiye’de 40’ların sonunda yaşanan demokrasi mücadelesini(!) anlatıyor ve eksene Görüşler, Yeni Dünya ve Tan gazetelerinin yayın hayatı ve hepsinin hazin sonu olan 4 Aralık (1945) olaylarını alıyor. Yazar 4 Aralık gününü uzunca anlatmış: şu anda gözümün önüne o sahneler geliyor. Ve inanın, birkaç ay önce Hrant Dink’in mahkemesinde yaşananlarla aynı görüntüler. Aynı derken... Tarih, mekan, kişiler farklı ama ruh hali aynı. Ülkenin bütünlüğünü taş, sopa yumruk vb. ile korumayı kendine görev bellemiş oldukça gazlı kişiler baş rollerde. Tehditler, sloganlar ve küfürler havada uçuşuyor ki, ortamdaki birçok insanın, muhtemelen, diyecek başka birşeyi yoktur. 4 aralık olaylarında hedef matbaa ve kitapevleri olduğundan kırılan dökülen yakılan daha çok şey vardı. Hrant Dink’in mahkemelerinin ardından yaşananların mekanı Adliye binaları olduğu için çok kırılan dökülen olmadı gibi. Lakin, şahsi kanaatim, mekan AGOS gazetesi olsaydı aynı görüntüleri görecektik. Bilindiği üzere, S. Ali, 4 Aralık olaylarından bir süre sonra Markopaşa gazetesini (Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz İle birlikte) yayınlamaya başlıyor ve oda ilk günden itibaren baskı ve tehditlerle başa çıkmak zorunda kalıyor. Derken oda kapanıyor ama “gizli güçler” S. Ali’nin peşini bırakmıyor. 1948 yılının Mayıs ayında, kelimenin tam anlamıyla “kahpece” öldürülüyor. Kanaatimce, 4 Aralık olayları ve Sabahattin Ali’nin öldürülmesi ile Hrant Dink mahkemeleri ve cinayeti arasında biçimsel ve anlamsal bir bütünlük yakalamak, öle hiçte zor ve saçma değil. Bu durum ister istemez insanın aklına “hiç mi bişey değişmedi? sorusunu getiriyor. Gönül isterdi ki cidden çok şey değişseydi de buraya çarşaf çarşaf yazsaydık. Lakin zor. Kendimize batıracağımız daha çok çuvaldız var.

Değinmek istediğim ikinci nokta: televizyon ekranarından izlediklerimiz ve duyduklarımız. Önce görüntülerden başlanabilir sanırım. Son zamanlarda o kadar çok cinayet gördük ki... Hatta “Saddam cinayetini” bir kaç saat sonra tüm çarpıcılığıyla izledik ve 'alıştık'. Hal böyle olunca, cadde kenarında yatan bir cesetin ekranlarda uzunca gösterilmemesi için bir sebep kalmadı: Hrant Dink’in cesetini üzerine örtülmüş kanlı beyaz çarşafın altında uzunca izledik. Bunun anlamı nedir? “Akıllı olun yoksa sizinde sonunuz böyle olur” mu, “Yaşasın, ne hale getirdik vatan hainini” mi? Yada akla gelmeyen daha başka saçmalıklar mı? Görüntüde bunlar varken, insan bir süre duyduklarını anlayamıyor ama zamanla “alışıyor” ve spikeri dinlemeye başlıyor. Oda ne? Aman ne övgüler ne övgüler, “vah vah yazık oldu”lar, “şiddetle kınıyoruz”lar. Sanki birkaç ay önce söylediklerini unutmuşlar veya bizim unuttuğumuzu düşünüyorlar. Hem medyanın cümleleri hem siyasilerin demeçleri aynı iki yüzlülüğü yansıtıyor ve insanın konuşası, yazası kalmıyor. Öyle ya... İnsan hakları desek: binlerce kez söylendi; baş sağlığı dilesek: yine binlerce kez dilendi; milyonlarca yorum yapıldı; zira herkes üzgün. Eyyyy AB süreci, sen nelere kadirsin...

Dün, döneminin en büyük Amerikan zırhlısı Missouri, İstanbul Boğazı’na yanaşırken gönderenlere ve içindekilere yaranmak için “gözdağı” verilen aydınlar; bugün, AB müzakerelerinde mahcup olmamak için yapılan samimiyetsiz açıklamalar ve eylemler. Hani birşeylerin değişip değişmediğini sorgulamıştıkya... Sanırım bu yolda ilk adım, başkalarına yaranmak için değilde kendimiz ve bizim gibi olanlar için birşeyler yapmayı istemek.

18 Ocak 2007

Dilimize Sahip Çıkalım!!!

Çoğu sivil toplum kuruluşu yayınında, televizyonda, gazetelerde, dergilerde ve kitaplarda “Dilimize Sahip Çıkalım” çağrısı yapılıyor. Bugün de bu konuya eğilip inceleyelim. Dil nedir, nasıl şekillenir, sarımsaklanıp da mı korunur yoksa sarımsaklanmadın mı korunur?

Dil kültürün bir parçasıdır ve kültür toplumsal bir olgudur. Kültür nedir ve özellikleri nelerdir konusuna başka bir yazıda gireceğim. Ancak kültürün bazı özelliklerine burada girmek zorundayım. Öncelikle her birey belirli bir kültür içine doğar. Her bireyin ebeveynleri ve daha sonra çevresi ona bu kültürü aşılar. Bireyin maruz kaldığı durum bu aşamada kültürlenmedir. Ebeveyn ve çevrenin uyguladığı durum ise kültürlemedir. Birey büyürken ve gelişirken kültürüne bazı eklemeler ve çıkarmalar yapar. Bir sınıfın yada grubun kültürü sürekli olarak diğer kültürlerle ilişki içindedir. Her kültür birbirinde öğeler alır ve öğeler verir. Bu olay bireyler arasında ve doğrudan toplumlar arasında cereyan ettiği için adına kültürleşme denir. Yani işteş bir durumu ifade eder. Bu olgular ile kültüre baktığımızda kültür değişken bir özelliğe sahiptir, Başka bir deyişle kültür yaşayan bir kavramdır.

Dilin tanımını yapmaya çalışırsak bir ulusun ya da bir grubun yani bir toplumun içindeki bireylerin iletişim için kullandığı bir araçtır. Dili kendi içinde alt gruplara ayırmak mümkündür. Sesli dil, ve işaret dili gibi. Biz bu yazıda sesli dil üzerinde duracağız. Dil sözcüklerden oluşan bir toplamdır. Her sözcük, doğar, gelişir ve ölür yani sözcükler canlıdır. Dili aynı kültür gibi ebeveynlerimizden ve çevremizden öğreniriz. Zaten dil, kültürün içinde ve tam olarak merkezinde yer alır.

Dilin nasıl şekillendiğini kabaca inceleyelim. Sözcüklerin canlı olduğunu belirtmiştik. Bir dilde sözcüklerin neden ve nasıl doğduğuna işlevsel bir bakış açısı ile bakacak olursak. Sözcükler ihtiyaçtan dolayı doğar. Yani soyut veya somut bir nesneyi tanımlamak için sözcüklere ihtiyaç duyarız. Yeni bir nesne ile karşılaştığımızda onu kendi bilişsel düzeyimizdeki diğer nesneler ile karşılaştırıp ona bir ad veririz. Bu ad artık bir sözcüktür. Sözcükler zamanla gelişerek kavramlaşırlar. Örneğin, sandalye kelimesi için benim zihnimde canlanan resim şu şekildedir: tamamen çizgilerden ve düzlemlerden oluşan ve dört bacağı, oturulacak ve yere paralel bir yüzeyi ve sırtın dayanması için oturulacak yüzeye dik bir sırtlık. Nesne olarak sandalye çok değişik şekillerde olabilir. Sırtlık ve oturulacak yeri kavisli ve deri kaplı olabilir, vs. Ama sandalye kelimesinin doğuşunda o tek bir nesne olabilir. Sözcükler zaman içerisinde de değişir. Süreç içerisinde telaffuzu değişebileceği gibi karşıladığı anlam da değişebilir. Bu bizim biyolojik ve bilişsel evrimimizle ilgilidir.

Dildeki neredeyse tüm kelimeler neredeyse argo veya jargon olarak doğar. Argo genel anlamda kaba sözlerdir. Jargon ise bir iş sahasındaki bireylerin kullandığı özel kelimelerden oluşur. Yani her sözcük öncelikle kısıtlı bir topluluk içindeki bireyler tarafından kullanılır. Bu sözcüklerin yaygınlaşmasına en büyük katkıyı eskiden beri edebiyat yapmıştır. Günümüzde televizyonlar ve diğer iletişim araçları da bu alanda yer almış olsalar dahi bir dilin gelişmesine en büyük katkı hali hazırda edebiyat tarafından yapılmaktadır.

Dil korunma altına alınabilir mi sorusunun yanıtı tanımında gizlidir. Dilin özellikleri nedeni ile bir dil koruma altına alınamaz. Yani dil korunma altına alınırsa o dil, onu konuşan toplum idama mahkum edilmiş olur. Korumak kelimesinin kökenine bakarsak, değiştirmeden saklamaya karşılık gelir ki, bu da cansızların dahi sahip olamayacağı bir özelliktir.

Peki günümüzde dilimiz için neden bu kadar koruma kampanyaları yapılıyor? Bir de bunu inceleyelim. Günlük hayatımız artık o kadar büyük değişkenlikler gösteriyor ki, özellikle teknolojik alanda sürekli yeni kelimeler kullanmaya zorlanıyoruz. Ayrıca bu teknolojik üretim kendimizin üretimi olmadığı durumda çelişkilere düşmemize neden oluyor. Yani kullandığımız teknolojiye yabancıyız. Her teknolojik alet, yapı kendi terimsel dünyası ile var olur. Örneğin internet, web siteleri ile, e-mail adresleri ile var olur. Ya da televizyon, kumandasıyla kanalıyla var olur. Ne internet, ne kumanda ne de televizyon Türkçe kelimedir. Televizyonu en az 30 yıldır kullandığımız için onu içselleştirdik. Ona kelime üretme çabamız artık yok. Televizyon artık Türkçe bir sözcüktür. Ancak halen günümüzde yeni olan teknolojik terimlere kendi eski kavramlarımızla terimler üretmeye çabalıyoruz. Çünkü halen biz bu teknolojiye yabancıyız. İnternet’e ağ bağ, e-mail’e e-posta gibi. Bu toplum içindeki bireylerin tercihleri ile belirlenecektir. Ancak bu tercih koruma kampanyaları ile yönlendirilebilecek bir olgu değildir.

Ülkemizdeki diğer yanlışlar ise argo kelimeler Türk örf, adet, gelenek ve göreneklerine uygun olmadığı için yasaklamaya devam ediyorlar. Edebiyat’a gelince, tarihimizin büyük bir bölümünde yazılmış edebi eserleri okuyabilmek için bir aracıya yani onu Latin alfabesine çevirecek birisine ihtiyaç duyuyoruz. Bu da bizi son 70 yılın edebiyatına mahkum ediyor. Genç edebiyatçılar, ya da bizler sıradan insanlar bu yetmiş yıllık edebi eserler içindeki kelime sayısına hapsedilmiş durumdayız.

Sonuç olarak dilin korunması kendi kavramsal özellikleri nedeni ile mümkün değildir. Dilimizde meydana gelen değişime tepki kuşak çatışması ile açıklanacak kadar da basit bir olgu değildir. Kullandığımız teknolojiye ve onun kavram dünyasına yabancı olmamız, argonun sesli, görüntülü ve sesli veya basılı yayınlarda ve edebi metinlerde sansürleniyor olması ve dilimizin tarihten koparılmışlığı dilimizdeki değişimin hızlı bir şekilde gerçekleşiyor olmasına neden oluyor. Bu değişim engellenebilecek bir şey olmadığını belirtmiştik. Ancak bu hızlı değişim bizde kavramsal olarak var olmayan sözcüklerin hızla dilimize girmesi düşün hayatımızı kötü yönde etkileyecektir. Bu değişimi yavaşlatmanın yolu sanayileşmeye ve edebiyata önem vermekten geçer. Dilimizin kelimelerini sansürlememekten geçer.

16 Ocak 2007

Irak

Bundan yaklaşık 10 gün önce Saddam idam edildi. Dün sabaha karşı da Saddam'a yakın iki üst düzey yönetici idam edildi. Bu idamları nasıl değerlendirmek gerektiği üstüne biraz eğilelim ve Irak'taki demokratikleştirme sürecini irdeleyelim.

Dünya üzerinde yapılan ihtilal ya da devrimlerden sonra iktidarı ele geçiren grup ya da sınıf bir önceki iktidar sahiplerini genellikle ya idam ederler ya da sürgün ederek ülkelerinden uzaklaştırırlar. Bu sayede bir karşı devrimin önüne geçmeye çalışırlar. Irak'taki durumu birlikte inceleyelim. ABD Irak'ı işgal altında tutuyor. ABD'nin işgali altında bulunan Irak'ta Saddam, kendi doğduğu şehirde ABD askerlerince yakalandı. Yani ABD ile savaşta olan bir ülkenin devlet başkanı savaş esiri olarak ele geçirildi. Daha sonra işgal altındaki bir ülkede sözüm ona demokratik seçimler yapıldı. İktidara ABD'ye yardım ve yataklık eden iki grup geldi. ABD bu gruplardan bir mahkeme düzenlenmesini istediler ve kendi ellerinde bulunan savaş esirlerinin yargılanmasını istedi. Gerektiğinde ABD Irak'lı yöneticilerden mahkeme üyelerinin değiştirilmesini talep etti. Savcının ve yargıcın değiştiği yargılama sürecinde ABD mahkemeyi yakından izleyerek gördüğü aksaklıkları dile getirmekten çekinmedi. Mahkeme kararını açıkladı: İdam. ABD, savaş esirlerinin öldürüleceğini bile bile Irak'lılara teslim etti. Saddam ve ona yakın yöneticileri. Halen sürmekte olan davaları bulunmasına rağmen ve Saddam'ın diğer davalarla ilgili yapacağı açıklamaların önüne geçmek için idam edildiler. Ki diğer davalar daha üst bir soruna işaret ediyordu. Irak'ın kuzeyinde kullanılan kimyasal silahların nereden temin edildiği, bu kimyasal silahların Irak hükümetine hangi amaçla tahsis edildiği gibi sorular artık ikinci şahıslar tarafından açıklanmayı bekliyor. Bu durum Irak'ı düze çıkaracak mı yoksa Irak tar-u mar mı olacak onu hep birlikte göreceğiz.

Gelelim ABD'nin Irak işgaline hangi amaçla başlayıp hangi amaçla yoluna devam ettiğine ve hangi yönde ilerlediğine. ABD Irak'ı demokratikleştirmek için değil silahsızlandırmak amacıyla yola çıktı. Aslında Irak'ta hangi silahların var olduğunu da kendi şirketlerine ait faturaları kontrol ederek de bulabilecek olan ABD yönetimi dünyayı kandırdı. Irak'ta çok miktarda kimyasal silah olduğunu öne sürdü. Hatta o kadar ileriye gitti ki silahların bulunduğu depoların bile fotoğraflarını çektiğini öne sürdü. Birleşmiş Milletler genel kurulundan onay çıkarmak istedi. Ancak istediğini alamadı. Buna rağmen bu operasyona İngiltere ile birlikte girişti. Daha savaş başlamadan Irak petrolleri ile ilgili ihaleler yapıldı. ABD ve İngiltere teröristlerin eline geçmeden silahları yok etmek amacıyla Irak'a girdi. Kısa sürede Bağdat'a kadar ulaşan ABD kuvvetleri, Irak yönetimine el koydu. Ancak henüz kimyasal silah izine rastlanmamıştı. Amerika yavaş yavaş asıl işgal nedenini Irak'ı silahsızlandırmaktan, Irak'ı demokratikleştirmeğe doğru değiştirmeye başladı. Şu an herkes bu savaşın Irak'ı demokratikleştirme savaşı olduğunu hatırlıyor ve bunu konuşuyor. Burada başka bir noktaya daha dikkat çekmek gerekiyor. Serbest piyasa ekonomisi ve küresel sermaye herhangi bir ulusal toprak içerisinde kendisine karışabilecek bir iktidar istemez. Irak petrolleri ile ilgili daha savaştan önce yapılan ihalelerde bu savaşın asıl amacının Irak'ı sömürgeleştirmek olduğunu hemen çıkarmamızı sağlar.

Burada bir parantez açalım ve Pontecorvo üstadın yönettiği Queimada filmini değerlendirelim. Film kolonizasyon döneminde Atlas Okyanusu'nun Latin Amerika bölümüne yakın bir adada geçmektedir. Antil adalarında şeker kamışı en önemli üretim metasıdır. Adada halen kölelik düzeni süregelmektedir ve yönetim İspanyolların elindedir. İngiltere dünya şeker kamışı piyasasındaki gücünü arttırmak için bu adayı İspanyol etkisinden uzaklaştırıp kendi yakın çevresine çekmek istemektedir. Bu nedenle bu adaya bir ajan(Sir William Walker) gönderir. Bu ada içerisindeki gruplarla teker teker ilgilenen Walker'a zaferi bir köle lideri olan Jose Dolores getirir. Ancak Dolores zaman içinde kendi dünya görüşünü şekillendirerek güçlendirir ve Walker'ın vaat ettiği dünya düzenine karşı kendi ülkesinde bir savaşa girişir. Bu savaşta Dolores kaybeder ve öldürülür. Onu yakalayan ve ada yetkililerine teslim eden kişi Sir William Walker'ın kendisidir. Walker mahkemeye müdahale eder. Dolores'in asılmamasını ister. Asıldığı takdirde onun Antil adalarında bir kahraman olacağını ve binlerce yıl Antil halkının onun türküsünü söyleyeceğini dile getirir. Ancak Dolores idam edilir. Adadan ayrılmak üzere olan Walker bir köle tarafından bıçaklanarak öldürülür.

Bu film Irak'ta yaşananların başka topraklarda senaryolaştırılmış bir versiyonu olarak görülebilir. Bu filmdeki bir replik ise Irak'ın demokratikleştirilmesine bir cevap gibidir. Jose Dolores ile Walker arasındaki bir tartışmada Dolores şunu söyler: "Eğer burada sahip olduğumuz uygarlıksa... "Beyazlara ait uygarlıksa, biz uygar olmamayı tercih ediyoruz, çünkü gidilecek yerin neresi olduğunu bilirken oraya nasıl gidileceğini bilmemek, gidilecek yeri bilmeden oraya nasıl gidileceğini bilmekten daha iyidir.(If what we have here is civilization... civilization of white men, then we are better off uncivilized, because, it is better to know where to go and not know how, than it is to know how to go and not know where)."

Filmden tekrar Irak'a dönersek, Irak bugün ABD ve İngiltere tarafından demokratikleştiriliyor. Bu ancak Iraklıların yapabileceği bir şeydir. ABD ya da İngiltere ne yaparsa yapsın Irak onlar istedi diye demokratik bir ülke olmayacaktır. Ayrıca Irak bugün itibariyle yeterince demokratik bir ülke olup çıktı. Herkesin birbirini öldürme veya yaşatma özgürlüğü bulunuyor. Bundan daha demokratik bir rejim olabilir mi? Yani ABD ve İngiltere’nin Irak demokrasisinden öğreneceği çok şey var.

Ulusal sermaye savaşlarının son hızla devam ettiği ve edeceği, Güneş sisteminin üzerinde yaşam olduğu kesin olarak bilinen bu gezegene hoş geldiniz...

15 Ocak 2007

Medyamız

"Herşey ne kadar masumdu" diye başlayıp sorguladığınızda aslında masum olan hiçbir şey olmadığını fark edebilirsiniz. İnternet üzerinden yayım yapan medyada en çok ziyaret edilen başlıca iki site Milliyet ve Hürriyet gazetelerine ait internet sayfaları. Ancak bu iki sitenin ana sayfalarını oluşturan arkadaşlar bizlere gerçekleri sunduklarını iddia ederken aslında asıl gerçekleri satır aralarında kaybetme ustaları olup çıkmışlardır. Ana sayfa açıldığında yaklaşık 9-12 tane gündem haberi sizleri karşılar. Bu haberlerden aşağı yukarı 5-8 tanesi magazin haberleridir. Bu haberlerle birlikte poposu görünen bir kadın resmi olması da muhtemeldir. Sayfaya girenleri önce bu popolar karşılar. Siz sayfayı incelemeye başlarsınız.

Önce daha büyük bir fontla verilen ve anasayfanın en önemli haberi olarak sunulan bir haber sizleri çeker. Bu haber çoğunlukla toplum üyelerine ait milliyetçi duygulara hitap etmektedir. Bu konuya duyarlı olan bizler hemen tıklarız bu habere okuruz ama bize bildiğimizden farklı bir bilgi vermez. Sadece milli duygularımızı rencide edici veya onları yüceltici cümleler yumağına boğuluruz. Altındaki okuyucu yorumları yüreklerinizi hoplatacak düzeyde kan kokar. İnsan bir an için bu site ülkemde en çok ziyaret edilen sayfa olduğuna göre hemen yanımda oturan şu kişi bu yorumu yazmış olabilir diye düşünmek içten bile değildir. Oysa fazla uca gitmeden normal cümleler ile düzenlenmiş eleştirilerin bu yorumlar içinde yer almasına site yöneticilerinin izin vermediğini bilmek bir kez daha sarsar sizi. Yorumunuzu yazarsınız ve beklemeye başlarsınız. Yorumunuz yayımlanacak mı, sizin yorumunuza kimse bir eleştiri yöneltecek mi diye. Etkileşim beklersiniz karşınızdaki monitörden ancak yazıyı onaylamak için okuyan arkadaşımız, yazdığınız cümlelerin yeterince sert olmadığını ve kan kokmadığını düşünerek onaylamaz.

Daha sonra anasayfaya geri dönersiniz. Sayfaya belki birkaç popo resmi daha eklenmiştir. İnternet gazetelerinin ilk sayfaları basılan gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan haberler ile dolu olduğunu fark edersiniz. "Cinnet geçiren vatandaş, 8 kişiyi öldürdü." Duyarlı bir vatandaş olarak açarsınız sayfayı. Oysa açmasanız dahi o sayfada yazılanları bilirsiniz. Yine de farenizi bağlantının üstüne getirip tıklarsınız. Yazı açılır. "Dün akşam saatlerinde cinnet geçiren şu kişi eline aldığı bıçakla önce çocuklarını sonra da karısını kesti. Daha sonra sokağa çıkarak sağa sola saldırdı. Bu sıra yoldan geçen bir vatandaşı kasığından ağır yaralandı...." evet haber bu şekilde uzayıp gider. Bu haberin geri planına o insanın neden cinnet geçirdiğine yani bir haber niteliği taşımayan yönüne bir bakalım. O gün işten atılmıştır. Eve dönerken geçen ay aldığı mobilyanın taksitini ödemiştir. Cebinde parası kalmadığından evinin yolunu tutar. Evine geldiğinde tüm gününü "kadın" programları izleyerek geçirmiş olan eşine merhaba der ve kanepeye oturur. Eşi "çocuğu bugün doktora görüdük, şu kadar ilaç parası lazımmış. Bir de buzdolabı bozuldu çalışmıyor. Ev sahibi akşam kirayı almaya gelecekmiş, Bu ay sonuna kadar evi boşaltın dedi." diye uzayıp giden bir konuşma yapar. Adam en sonunda dayanamaz ve cinnet geçirir. İşte bizden gizlenen haberin bu yönüdür.

Nerde kalmıştık. Siz linke tıklayıp haberi okuyordunuz. Haberi bitirdiniz, tekrar ana sayfaya döndünüz. Ana sayfada yine popolar var. Bu sefer dikkatinizi başka bir haber çekti. Hemen iki kadın poposunun arasına sıkıştırılmış bir tecavüz haberi. Siz asıl haberlerin olduğu yere daha inmeden gazeteyi okumaktan sıkılıp adres satırına tıklayıp, başka bir eğlencelik sayfaya doğru yol aldınız.

İşte Türkiye'nin iki dev medya kuruluşuna ait internet sayfaları bize bunu sunuyor.

Size iyi okumalar...