11 Mart 2012

Batıya Yön Veren Metinler

Kapadokya Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin yaptığı çok güzel bir çalışmayı öğrendim. Batı kültürüne yön veren metinlerden bölümleri Türkçe çevirilerini zamana göre ve yazara göre sınıflandırıp bir sayfa hazırlamışlar. Bu sayfanın hazırlanmasına Alev Alatlı danışmanlık yapmış. Çok güzel bir kaynak ortaya çıkmış. Güzel bir sayfa tasarımına da sahip olan bu sitenin adresi:
http://www.dusuncetarihi.com/



Çok kapsamlı hazırlanmış bir sayfa, mutlaka herkesin yer imlerinde yer alması gereken bir çalışma. Batı düşünürlerinden oluşan bu sayfada bazı eksiklikler de yok değil. "Batıya Yön Veren Metinler" başlığı altında 1000 - 1300 yılları arasında yaşamış ve bir çok batı düşünürünü etkilemiş olan İslam düşünürlerininde yer alması gerektiğini düşünüyorum.

Sayfada yer alan bir yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum. Günümüz Türkiye'sinde yapılan tartışmalara bakıp, bir de Spinoza'nın 1600 yıllarının ortalarında yazdığı kitaptan alınan şu metne baktığımızda ancak sinirlenebiliyorum:



Geometrik Yöntemle Açıklanan Etik*

Benedict De Spinoza
Spinoza’nın adını Baruch iken Benedict olarak değiştirmesi, entelektüel kariyerini sembolize eder. Spinoza, Yahudi adıyla birlikte, onu yirmi dört yaşındayken aforoz eden Amsterdam Sinagogu’nun teolojik ortodoks anlayışını da reddetmiştir. “Benedict” aklın özgürlüğünü simgelemektedir. Güncel bilimleri ve Descartes ile Bruno’nun felsefelerini okuyan Spinoza (1637-1677), “Kartezyen devrimin insanoğlunu ve dünyayı gerçekten ne kadar çok değiştirdiğini” çağdaşlarından çok daha net biçimde görmüştür. En önemli eseri olan Geometrik Yöntemle Açıklanan Etik (Ethica Ordine Geometrica Demonstrata) resmi sansür yüzünden ancak ölümünden sonra yayınlanabilmiştir. Amacı etiği bilimsel bir temele oturtmaktır, bu yüzden geometrik akıl yürütme metodunu kullanmıştır.

Tanrı’ya Dair
[Bazı insanlar] Tanrı’nın bağımsız bir sebep olduğunu düşünürler, çünkü, biz insanların Tanrı’nın doğası gereği olduğunu düşündüğümüz, gerçekleşmemesi veya O’nun tarafından yapılmaması gereken, gücü dahilindeki şeyleri gerçekleştirdiğini düşünürler. Tanrı’nın bunları gerçekleştirmesi, bir üçgenin kendi niteliğini izlememesiyle, yani üç iç açısının iki dik açıya eşit olmamasıyla veya belirli bir sebebin hiçbir sonucu olmaması ile aynı anlama gelir ki saçmadır.

Ayrıca aşağıda, bu önermenin yardımı olmaksızın, ne aklın ne de iradenin Tanrı’nın doğasına bağlı olmadığını göstereceğim.

Eğer akıl ve irade Tanrı’nın ebedi varlığına bağlıysa bu kelimeleri genelde içerdiklerinden farklı bir anlamda düşünmemiz gerekir. Çünkü Tanrı’nın özünü oluşturan akıl ve irade zorunlu olarak insan aklı ve iradesinden kutuplar kadar uzak olmak zorundadır; aslında adları dışında ortak bir yanları olmamalıdır; bunların arasındaki ilişki, gökteki köpek takımyıldızı (Canis Major) ile yeryüzünde havlayan köpek arasındaki ilişki kadardır.

Tanrı’nın mükemmelliğine bağlı olarak Tanrı asla olması gerekenden farklı bir biçimde hüküm vermemiştir ve veremez; Tanrı hükümlerinden önce mevcut değildir, onlar olmadan da mevcut olamaz.

Yani doğada hiçbir şey onun kanunlarıyla çelişerek gerçekleşemez, hatta her şey o kuralları kabul eder ve o kurallara uyar, çünkü gerçekleşen her şey Tanrı’nın ebedi hükmüne ve iradesine göre gerçekleşir; yani işaret ettiğimiz gibi, gerçekleşecek her şey ilahi gerekliliği ve gerçekliği içeren kurallara ve kanunlara göre gerçekleşir. Bu nedenle doğa, biz hepsini bilmesek de her zaman ilahi gerekliliği ve gerçekliği içeren kuralları ve kanunları gözetir ve bu nedenle sabit ve değişmez bir düzeni vardır. Doğanın gücünü ve etkisini kısıtlayacak, doğa kanunlarının bütün amaçlara değil, bazı amaçlara uygun olduğunu düşündürecek hiçbir sağlam sebep de yoktur, çünkü doğanın gücü ve etkisi Tanrı’nın gücü ve etkisidir. Doğanın kuralları ve kanunları Tanrı’nın hükümleri olduğuna göre, doğanın gücünün sınırsız olduğuna ve kanunların ilahi zekâ tarafından tasarlanan her şeyi kapsayacak kadar engin olduğuna inanmak gerekir. Bunun tek alternatifi, doğayı çok zayıf ve kanunları kısıtlı yaratması sebebiyle Tanrı’nın sık sık onu koruyabilmek ve şeylerin kendi istediği gibi gerçekleşmesini sağlamak için doğanın yardımına gelmek zorunda kaldığıdır; bence bu akıldan çok uzak bir sonuçtur. Ayrıca, doğada kendi kanunlarına uygun olmayan hiçbir şey gerçekleşmediğinden ve o kanunlar ilahi zekânın tasarladığı her şeyi kapsadığından ve son olarak doğa sabit ve değişmez bir düzeni koruduğundan dolayı mucizeler, ancak insan düşüncesiyle ilişkili olarak anlaşılabilir ve onlar sadece doğal sebebini ne bizim ne mucizenin anlatıcısı ve yazıcısının herhangi bir sıradan olayı referans alarak açıklayamadığı olaylardır.

Yukarıda Tanrı’nın doğasını ve özelliklerini açıkladım. (...) Ama yine de hiç de az olmayan yanlış anlamalar mevcut, bunlar yukarıda da açıkladığım gibi, şeylerin birbirine nasıl bağlandığının anlaşılmasında vahim engellere dönüşebilir ve dönüşüyor da. Bu nedenle, bu yanlış anlamaların aklın muhakemesine getirilmeye değer olduklarını düşündüm.

Böylesi fikirlerin tümü, doğadaki her şeyin insanlar gibi hareket ettiğine, yani bir amaca sahip olduğuna dair o yaygın nosyondan kaynaklanır. Tanrı’nın şahsen tüm şeyleri bir amaca yönelttiğine kesin gözüyle bakılır (çünkü Tanrı’nın her şeyi, kendisine tapabilsin diye insanoğlu için yarattığı söylenir). Bu yüzden bu fikri gözden geçirirken öncelikle şunu sormak istiyorum: Neden herkes bu fikri doğal kabul ediyor, neden genel olarak bu fikre güveniliyor? İkinci olarak, bunun yanlış olduğunu göstereceğim... İnsanlar her şeyi bir amaç için yaparlar, yani kendilerine fayda sağlamak ve istedikleri şeyi elde etmek için. Bu yüzden sadece olayların nihai sebebine dair bilgileri ararlar ve bunu bulduklarında tatmin olurlar, çünkü şüphelenmeleri için bir sebep kalmamıştır. Böylesi sebepleri harici kaynaklardan öğrenemezlerse kendi kendilerini ve ilgili olayı şahsen gerçekleştirmelerine neden olan amacı sorgulamaya başlamak zorunda kalırlar, böylece kendi başlarına diğer doğalarla ilgili hükümler verirler. Ayrıca kendi içlerinde ve kendilerinin haricinde, neyin faydalı olduğunu ararken kendilerine en ufak bir yardımı olmayan birçok vasıta bulduklarında, örneğin görmek için gözler, çiğnemek için dişler, gıda elde etmek için bitkiler ve hayvanlar, aydınlatmak için güneş, balıkları beslemek için deniz vb. doğanın tümünü bize kolaylık sağlayan bir vasıta olarak görürler. Bu kolaylıkları kendilerinin yapmadığının ve hazır bulduklarının farkına vardıklarında, bunların başka bir varlık tarafından kendilerinin kullanması için gerçekleştirildiğine inanmak için bir sebep bulduklarını düşünürler. Şeylere birer vasıta olarak baktıklarından bu şeylerin kendi kendine yaratıldığına inanamazlar ama kendileri için hazırlamaya alışık oldukları vasıtaları değerlendirdiklerinde, her şeyi insanoğlunun faydalanması için ayarlayan ve adapte eden, insanların özgürlüğüyle donanmış evrenin bir veya birden çok hâkimi olduğuna inanmak durumunda kalırlar... Ancak doğanın hiçbir şeyi boşu boşuna, yani insanoğluna faydasız biçimde yapmayacağını ispatlamaya çalışırken sadece doğanın, tanrıların ve insanların hep beraber çıldırdığını ispatlamış olurlar. Size yalvarıyorum, ortaya çıkan sonuca bir bakın: Doğanın bir sürü yardımının yanı sıra fırtınalar, depremler, hastalıklar gibi bir sürü engeli de görmek durumundaydılar; bunları açıklayabilmek için tanrıların bazı insanlar tarafından yapılan yanlışlara ya da ibadetleri sırasındaki kimi hatalara kızdığını ilan ettiler. Deneyimler, sağladıkları sonsuz örneklerle günbegün bize gösterdiler ki, iyi ve kötü talih dindarlarla dinsizlere eşit oranda düşüyor; yine de bu ezeli önyargılarından vazgeçmediler, çünkü böylesi çelişkileri bilmedikleri diğer şeylerle birlikte sınıflandırmak ve böylece mevcut ve doğuştan gelen cehaletlerini korumak, kendi akıl yürütme biçimlerini tamamen yok edip yeniden başlamaktan daha kolaydı. Böylece Tanrı’nın hükümlerinin insan aklını çok aştığına dair bir aksiyom belirlediler. Eğer matematik, nihai sebeplere bakmaksızın biçimlerin sadece özünü ve özelliklerini göz önüne alan bir doğruluk standardı belirlemeseydi, böyle bir doktrin gerçekleri insanoğlundan ebediyen saklayabilirdi. (...)

İlk noktayı yeterince açıkladım. Doğanın özel bir amacının olmadığını ve nihai amaçların sadece insanoğlunun uydurması olduğunu daha ayrıntılı biçimde açıklamaya gerek yok. (...) Ama bu nihai sebep doktrinini tamamen tahtından indirmek için birkaç gözlem daha ekleyeceğim. (…)

Bu doktrin Tanrı’nın mükemmelliğini bertaraf etmektedir: Eğer Tanrı bir nesne için harekete geçiyorsa, onda olmayan bir şeye ihtiyaç duyuyor demektir. Elbette teologlar ve metafizikçiler istek nesnesi ile özümleme nesnesi arasına bir sınır çizerler. Yine de Tanrı’nın her şeyi sadece yaratmak için değil, kendi iyiliği için yarattığını itiraf ederler. Yaratma öncesinde Tanrı haricinde mevcut olan, Tanrı’yı harekete geçiren hiçbir nesneye işaret edemezler; böylece Tanrı’nın elde etmek için vasıtalar yarattığı bu şeylerden yoksun olduğunu, üstelik bunları arzuladığını kabul etmiş olurlar (zaten etmek zorundadırlar).

Bu doktrinin, nihai sebepler tayin etmedeki yeteneklerini göstermeye pek meraklı olan takipçilerinin teorilerini ispatlamak için indirgeme adlı yeni bir argüman yöntemi getirdiklerini söylemeyi unutmamalıyız; bu yöntem imkânsız olana değil, cahilliğe indirger. Böylece doktrinlerini sunmak için başka yöntemleri kalmadığını da göstermiş olurlar. Örneğin bir çatıdan bir adamın başına bir taş düşse ve bu taş onu öldürse, yeni yöntemlerine göre taşın adamın başına onu öldürmek için düştüğünü açıklarlar; çünkü Tanrı’nın iradesi doğrultusunda düşmemiş olsa bu kadar koşul (çoğunlukla çok fazla sayıda eşzamanlı koşul mevcuttur) nasıl şans eseri denk gelecektir? Belki buna cevaben olayın rüzgârın estiği ve adamın o yolda yürüdüğü gerçekleri yüzünden oluştuğunu söyleyebilirsiniz. “Ama neden,” diye ısrar ederler, “rüzgâr esiyordu ve adam tam da o anda o yolda yürüyordu?” Rüzgârın çıkmasının sebebinin daha önce hava sakinken bir gün önce denizin kabarması olduğunu ve adamın bir arkadaşına davetli olduğunu söyleyerek cevap verirseniz ısrar etmeye devam ederler: “Ama deniz neden kabarmıştı ve adam tam da o gün davet edilmişti?” Böylece sebepten sebebe geçerek sorularına devam ederler, ta ki siz Tanrı’nın iradesine ya da başka bir deyişle cehaletin tapınağına sığınana kadar...

Duyguların Kaynağına ve Doğasına Dair
Duygular ve insan davranışları hakkında yazan birçok yazar, doğanın genel kanunlarını izleyen doğa fenomenlerindense doğa dışı meseleleri işler gibi görünüyor. Doğadaki insanı bir krallığın içindeki ayrı bir krallık gibi hayal ediyor gibiler: Çünkü insanın doğal düzeni takip etmektense bozduğuna, kendi eylemleri üzerinde tam bir kontrol sahibi olduğuna ve kendi yolunu kendisinin belirlediğine inanıyorlar. İnsani zayıflıkları ve kötülükleri genel olarak doğanın gücüne değil, insan doğasındaki bazı gizemli eksikliklere bağlıyorlar, insanın bu eksiklikler yüzünden sızlandığını, alay ettiğini, hakir gördüğünü ve genelde olduğu gibi suiistimal ettiğini düşünüyorlar. (...)

Böylesi kişiler şüphesiz benim insani bozuklukları ve ahmaklıkları geometrik olarak tahlil etmeyi denememi ve akla iğrenç gelen, boş, saçma ve berbat olduğunu haykırarak ilan ettikleri meseleleri sağlam bir akıl yürütmeyle incelememi garip bulacaktır. Ancak benim planım bu. Doğada kusurlu olarak bilinen hiçbir şey gerçekleşmez, çünkü doğa hep aynıdır, etkisi ve eylem gücü her yerde birdir ve aynıdır; yani her şeyin gerçekleşmesini ve bir biçimden diğerine geçmesini açıklayan doğa kanunları ve kuralları her yerde ve her zaman aynıdır. Bu yüzden her şeyin doğasını anlamak için kullanılacak yöntem aynıdır, yani doğanın evrensel kanunları ve kuralları izlenmelidir. Bu nedenle, kin, öfke, kıskançlık ve benzeri tutkular kendi içlerinde doğanın aynı gerekliliklerini ve etkilerini takip ederler; belirli, tanımlı sebeplere tepki verirler ve bu sebepler yardımıyla anlaşılabilirler ve diğer şeylerin özellikleri kadar bilinmeye değer, üzerinde düşünmesi bize keyif veren özelliklere sahiptirler. Bu nedenle, duyguların doğasını ve gücünü, şimdiye kadar Tanrı’ya ve zihne ilişkin araştırmalarda kullandığım yöntemle tahlil edeceğim. İnsanların eylemlerini ve arzularını, çizgilerle, düzlemlerle ve hacimlerle ilgilenirmiş gibi, tamamen aynı biçimde gözden geçireceğim.

* Benedict De Spinoza’nın Başlıca Eserleri, çeviren R. H. M. Elwes (Bonn Felsefe Kitaplığı, Londra, George Bell and Sons; 1891), cilt I, s. 83-84; cilt II, s. 60-61, 72, 74-79, 128-129.

İyi okumalar...