http://www.dusuncetarihi.com/
Çok kapsamlı hazırlanmış bir sayfa, mutlaka herkesin yer imlerinde yer alması gereken bir çalışma. Batı düşünürlerinden oluşan bu sayfada bazı eksiklikler de yok değil. "Batıya Yön Veren Metinler" başlığı altında 1000 - 1300 yılları arasında yaşamış ve bir çok batı düşünürünü etkilemiş olan İslam düşünürlerininde yer alması gerektiğini düşünüyorum.
Sayfada yer alan bir yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum. Günümüz Türkiye'sinde yapılan tartışmalara bakıp, bir de Spinoza'nın 1600 yıllarının ortalarında yazdığı kitaptan alınan şu metne baktığımızda ancak sinirlenebiliyorum:
Geometrik Yöntemle Açıklanan Etik*
Benedict De Spinoza
Spinoza’nın adını Baruch iken Benedict olarak değiştirmesi,
entelektüel kariyerini sembolize eder. Spinoza, Yahudi adıyla birlikte, onu
yirmi dört yaşındayken aforoz eden Amsterdam Sinagogu’nun teolojik ortodoks
anlayışını da reddetmiştir. “Benedict” aklın özgürlüğünü simgelemektedir.
Güncel bilimleri ve Descartes ile Bruno’nun felsefelerini okuyan Spinoza
(1637-1677), “Kartezyen devrimin insanoğlunu ve dünyayı gerçekten ne kadar çok
değiştirdiğini” çağdaşlarından çok daha net biçimde görmüştür. En önemli eseri
olan Geometrik Yöntemle Açıklanan Etik (Ethica Ordine Geometrica Demonstrata)
resmi sansür yüzünden ancak ölümünden sonra yayınlanabilmiştir. Amacı etiği
bilimsel bir temele oturtmaktır, bu yüzden geometrik akıl yürütme metodunu
kullanmıştır.
Tanrı’ya Dair
[Bazı insanlar] Tanrı’nın bağımsız bir sebep olduğunu
düşünürler, çünkü, biz insanların Tanrı’nın doğası gereği olduğunu
düşündüğümüz, gerçekleşmemesi veya O’nun tarafından yapılmaması gereken, gücü
dahilindeki şeyleri gerçekleştirdiğini düşünürler. Tanrı’nın bunları
gerçekleştirmesi, bir üçgenin kendi niteliğini izlememesiyle, yani üç iç
açısının iki dik açıya eşit olmamasıyla veya belirli bir sebebin hiçbir sonucu
olmaması ile aynı anlama gelir ki saçmadır.
Ayrıca aşağıda, bu önermenin yardımı olmaksızın, ne aklın ne
de iradenin Tanrı’nın doğasına bağlı olmadığını göstereceğim.
Eğer akıl ve irade Tanrı’nın ebedi varlığına bağlıysa bu
kelimeleri genelde içerdiklerinden farklı bir anlamda düşünmemiz gerekir. Çünkü
Tanrı’nın özünü oluşturan akıl ve irade zorunlu olarak insan aklı ve
iradesinden kutuplar kadar uzak olmak zorundadır; aslında adları dışında ortak
bir yanları olmamalıdır; bunların arasındaki ilişki, gökteki köpek takımyıldızı
(Canis Major) ile yeryüzünde havlayan köpek arasındaki ilişki kadardır.
Tanrı’nın mükemmelliğine bağlı olarak Tanrı asla olması
gerekenden farklı bir biçimde hüküm vermemiştir ve veremez; Tanrı hükümlerinden
önce mevcut değildir, onlar olmadan da mevcut olamaz.
Yani doğada hiçbir şey onun kanunlarıyla çelişerek
gerçekleşemez, hatta her şey o kuralları kabul eder ve o kurallara uyar, çünkü
gerçekleşen her şey Tanrı’nın ebedi hükmüne ve iradesine göre gerçekleşir; yani
işaret ettiğimiz gibi, gerçekleşecek her şey ilahi gerekliliği ve gerçekliği
içeren kurallara ve kanunlara göre gerçekleşir. Bu nedenle doğa, biz hepsini
bilmesek de her zaman ilahi gerekliliği ve gerçekliği içeren kuralları ve
kanunları gözetir ve bu nedenle sabit ve değişmez bir düzeni vardır. Doğanın
gücünü ve etkisini kısıtlayacak, doğa kanunlarının bütün amaçlara değil, bazı
amaçlara uygun olduğunu düşündürecek hiçbir sağlam sebep de yoktur, çünkü
doğanın gücü ve etkisi Tanrı’nın gücü ve etkisidir. Doğanın kuralları ve
kanunları Tanrı’nın hükümleri olduğuna göre, doğanın gücünün sınırsız olduğuna
ve kanunların ilahi zekâ tarafından tasarlanan her şeyi kapsayacak kadar engin
olduğuna inanmak gerekir. Bunun tek alternatifi, doğayı çok zayıf ve kanunları
kısıtlı yaratması sebebiyle Tanrı’nın sık sık onu koruyabilmek ve şeylerin
kendi istediği gibi gerçekleşmesini sağlamak için doğanın yardımına gelmek
zorunda kaldığıdır; bence bu akıldan çok uzak bir sonuçtur. Ayrıca, doğada
kendi kanunlarına uygun olmayan hiçbir şey gerçekleşmediğinden ve o kanunlar
ilahi zekânın tasarladığı her şeyi kapsadığından ve son olarak doğa sabit ve
değişmez bir düzeni koruduğundan dolayı mucizeler, ancak insan düşüncesiyle
ilişkili olarak anlaşılabilir ve onlar sadece doğal sebebini ne bizim ne
mucizenin anlatıcısı ve yazıcısının herhangi bir sıradan olayı referans alarak
açıklayamadığı olaylardır.
Yukarıda Tanrı’nın doğasını ve özelliklerini açıkladım.
(...) Ama yine de hiç de az olmayan yanlış anlamalar mevcut, bunlar yukarıda da
açıkladığım gibi, şeylerin birbirine nasıl bağlandığının anlaşılmasında vahim
engellere dönüşebilir ve dönüşüyor da. Bu nedenle, bu yanlış anlamaların aklın
muhakemesine getirilmeye değer olduklarını düşündüm.
Böylesi fikirlerin tümü, doğadaki her şeyin insanlar gibi
hareket ettiğine, yani bir amaca sahip olduğuna dair o yaygın nosyondan
kaynaklanır. Tanrı’nın şahsen tüm şeyleri bir amaca yönelttiğine kesin gözüyle
bakılır (çünkü Tanrı’nın her şeyi, kendisine tapabilsin diye insanoğlu için
yarattığı söylenir). Bu yüzden bu fikri gözden geçirirken öncelikle şunu sormak
istiyorum: Neden herkes bu fikri doğal kabul ediyor, neden genel olarak bu fikre
güveniliyor? İkinci olarak, bunun yanlış olduğunu göstereceğim... İnsanlar her
şeyi bir amaç için yaparlar, yani kendilerine fayda sağlamak ve istedikleri
şeyi elde etmek için. Bu yüzden sadece olayların nihai sebebine dair bilgileri
ararlar ve bunu bulduklarında tatmin olurlar, çünkü şüphelenmeleri için bir
sebep kalmamıştır. Böylesi sebepleri harici kaynaklardan öğrenemezlerse kendi
kendilerini ve ilgili olayı şahsen gerçekleştirmelerine neden olan amacı
sorgulamaya başlamak zorunda kalırlar, böylece kendi başlarına diğer doğalarla
ilgili hükümler verirler. Ayrıca kendi içlerinde ve kendilerinin haricinde,
neyin faydalı olduğunu ararken kendilerine en ufak bir yardımı olmayan birçok
vasıta bulduklarında, örneğin görmek için gözler, çiğnemek için dişler, gıda
elde etmek için bitkiler ve hayvanlar, aydınlatmak için güneş, balıkları
beslemek için deniz vb. doğanın tümünü bize kolaylık sağlayan bir vasıta olarak
görürler. Bu kolaylıkları kendilerinin yapmadığının ve hazır bulduklarının
farkına vardıklarında, bunların başka bir varlık tarafından kendilerinin
kullanması için gerçekleştirildiğine inanmak için bir sebep bulduklarını
düşünürler. Şeylere birer vasıta olarak baktıklarından bu şeylerin kendi
kendine yaratıldığına inanamazlar ama kendileri için hazırlamaya alışık
oldukları vasıtaları değerlendirdiklerinde, her şeyi insanoğlunun faydalanması
için ayarlayan ve adapte eden, insanların özgürlüğüyle donanmış evrenin bir
veya birden çok hâkimi olduğuna inanmak durumunda kalırlar... Ancak doğanın
hiçbir şeyi boşu boşuna, yani insanoğluna faydasız biçimde yapmayacağını
ispatlamaya çalışırken sadece doğanın, tanrıların ve insanların hep beraber
çıldırdığını ispatlamış olurlar. Size yalvarıyorum, ortaya çıkan sonuca bir
bakın: Doğanın bir sürü yardımının yanı sıra fırtınalar, depremler, hastalıklar
gibi bir sürü engeli de görmek durumundaydılar; bunları açıklayabilmek için
tanrıların bazı insanlar tarafından yapılan yanlışlara ya da ibadetleri
sırasındaki kimi hatalara kızdığını ilan ettiler. Deneyimler, sağladıkları
sonsuz örneklerle günbegün bize gösterdiler ki, iyi ve kötü talih dindarlarla
dinsizlere eşit oranda düşüyor; yine de bu ezeli önyargılarından vazgeçmediler,
çünkü böylesi çelişkileri bilmedikleri diğer şeylerle birlikte sınıflandırmak
ve böylece mevcut ve doğuştan gelen cehaletlerini korumak, kendi akıl yürütme
biçimlerini tamamen yok edip yeniden başlamaktan daha kolaydı. Böylece
Tanrı’nın hükümlerinin insan aklını çok aştığına dair bir aksiyom belirlediler.
Eğer matematik, nihai sebeplere bakmaksızın biçimlerin sadece özünü ve
özelliklerini göz önüne alan bir doğruluk standardı belirlemeseydi, böyle bir
doktrin gerçekleri insanoğlundan ebediyen saklayabilirdi. (...)
İlk noktayı yeterince açıkladım. Doğanın özel bir amacının
olmadığını ve nihai amaçların sadece insanoğlunun uydurması olduğunu daha
ayrıntılı biçimde açıklamaya gerek yok. (...) Ama bu nihai sebep doktrinini
tamamen tahtından indirmek için birkaç gözlem daha ekleyeceğim. (…)
Bu doktrin Tanrı’nın mükemmelliğini bertaraf etmektedir:
Eğer Tanrı bir nesne için harekete geçiyorsa, onda olmayan bir şeye ihtiyaç
duyuyor demektir. Elbette teologlar ve metafizikçiler istek nesnesi ile
özümleme nesnesi arasına bir sınır çizerler. Yine de Tanrı’nın her şeyi sadece
yaratmak için değil, kendi iyiliği için yarattığını itiraf ederler. Yaratma
öncesinde Tanrı haricinde mevcut olan, Tanrı’yı harekete geçiren hiçbir nesneye
işaret edemezler; böylece Tanrı’nın elde etmek için vasıtalar yarattığı bu
şeylerden yoksun olduğunu, üstelik bunları arzuladığını kabul etmiş olurlar
(zaten etmek zorundadırlar).
Bu doktrinin, nihai sebepler tayin etmedeki yeteneklerini
göstermeye pek meraklı olan takipçilerinin teorilerini ispatlamak için
indirgeme adlı yeni bir argüman yöntemi getirdiklerini söylemeyi unutmamalıyız;
bu yöntem imkânsız olana değil, cahilliğe indirger. Böylece doktrinlerini
sunmak için başka yöntemleri kalmadığını da göstermiş olurlar. Örneğin bir
çatıdan bir adamın başına bir taş düşse ve bu taş onu öldürse, yeni
yöntemlerine göre taşın adamın başına onu öldürmek için düştüğünü açıklarlar;
çünkü Tanrı’nın iradesi doğrultusunda düşmemiş olsa bu kadar koşul (çoğunlukla
çok fazla sayıda eşzamanlı koşul mevcuttur) nasıl şans eseri denk gelecektir?
Belki buna cevaben olayın rüzgârın estiği ve adamın o yolda yürüdüğü gerçekleri
yüzünden oluştuğunu söyleyebilirsiniz. “Ama neden,” diye ısrar ederler, “rüzgâr
esiyordu ve adam tam da o anda o yolda yürüyordu?” Rüzgârın çıkmasının
sebebinin daha önce hava sakinken bir gün önce denizin kabarması olduğunu ve
adamın bir arkadaşına davetli olduğunu söyleyerek cevap verirseniz ısrar etmeye
devam ederler: “Ama deniz neden kabarmıştı ve adam tam da o gün davet
edilmişti?” Böylece sebepten sebebe geçerek sorularına devam ederler, ta ki siz
Tanrı’nın iradesine ya da başka bir deyişle cehaletin tapınağına sığınana
kadar...
Duyguların Kaynağına ve Doğasına Dair
Duygular ve insan davranışları hakkında yazan birçok yazar,
doğanın genel kanunlarını izleyen doğa fenomenlerindense doğa dışı meseleleri
işler gibi görünüyor. Doğadaki insanı bir krallığın içindeki ayrı bir krallık
gibi hayal ediyor gibiler: Çünkü insanın doğal düzeni takip etmektense
bozduğuna, kendi eylemleri üzerinde tam bir kontrol sahibi olduğuna ve kendi
yolunu kendisinin belirlediğine inanıyorlar. İnsani zayıflıkları ve kötülükleri
genel olarak doğanın gücüne değil, insan doğasındaki bazı gizemli eksikliklere
bağlıyorlar, insanın bu eksiklikler yüzünden sızlandığını, alay ettiğini, hakir
gördüğünü ve genelde olduğu gibi suiistimal ettiğini düşünüyorlar. (...)
Böylesi kişiler şüphesiz benim insani bozuklukları ve
ahmaklıkları geometrik olarak tahlil etmeyi denememi ve akla iğrenç gelen, boş,
saçma ve berbat olduğunu haykırarak ilan ettikleri meseleleri sağlam bir akıl
yürütmeyle incelememi garip bulacaktır. Ancak benim planım bu. Doğada kusurlu
olarak bilinen hiçbir şey gerçekleşmez, çünkü doğa hep aynıdır, etkisi ve eylem
gücü her yerde birdir ve aynıdır; yani her şeyin gerçekleşmesini ve bir
biçimden diğerine geçmesini açıklayan doğa kanunları ve kuralları her yerde ve
her zaman aynıdır. Bu yüzden her şeyin doğasını anlamak için kullanılacak
yöntem aynıdır, yani doğanın evrensel kanunları ve kuralları izlenmelidir. Bu
nedenle, kin, öfke, kıskançlık ve benzeri tutkular kendi içlerinde doğanın aynı
gerekliliklerini ve etkilerini takip ederler; belirli, tanımlı sebeplere tepki
verirler ve bu sebepler yardımıyla anlaşılabilirler ve diğer şeylerin
özellikleri kadar bilinmeye değer, üzerinde düşünmesi bize keyif veren
özelliklere sahiptirler. Bu nedenle, duyguların doğasını ve gücünü, şimdiye
kadar Tanrı’ya ve zihne ilişkin araştırmalarda kullandığım yöntemle tahlil
edeceğim. İnsanların eylemlerini ve arzularını, çizgilerle, düzlemlerle ve
hacimlerle ilgilenirmiş gibi, tamamen aynı biçimde gözden geçireceğim.
* Benedict De Spinoza’nın Başlıca Eserleri, çeviren
R. H. M. Elwes (Bonn Felsefe Kitaplığı, Londra, George Bell and Sons; 1891),
cilt I, s. 83-84; cilt II, s. 60-61, 72, 74-79, 128-129.
İyi okumalar...