22 Ocak 2007

Toplumsal Cinayet

Bu gün kültür nedir diyecektim ama diyemiyorum, yazamıyorum. İçimden gelmiyor. Bu nedenle bugün toplum olarak işlediğimiz cinayetin acısını hissederek, duygularımı ve düşüncelerimi aktarmak istiyorum.

Bu cinayet iki yıldır, bağıra çağıra geliyorum diyordu. Bir avukat hiç de üstüne vazife olmayacak şekilde insanları 301. maddeye dayanarak açtığı davalarla hedef gösterme görevini başarıyla tamamladı.

Bu ülkede 301. maddeyi yazan bir meclis var. Bu ülkede 301. maddeye dayandırılarak açılan her davada basın açıklamaları ile dava dilekçesini veren bir avukat var! O avukatı gündem yapan bir de medya var. Davanın görüleceği gün orada olan ve henüz suçu kanıtlanmamış kişiyi tartaklamaya gelen bir grup insan var. Tartaklayanları seyreden bir polis gürühu da hemen o adliye sarayının önünde. Anayasada yer alan "Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz." ifadesine rağmen mahkeme sonuçlanmadan sanığı suçlu ilan eden bir toplum var bu ülkede!

Başka şeyler de anımsıyorum ben bu ülkeye dair. Bu ülkede 37 kişiyi yakarak ölüdürmeye giden grubun zarar görmediğini açıklayan başbakanlar var! Bu ülkede "Bana milliyetçiler insan öldürüyor dedirtemezsiniz" açıklaması yapan cumhurbaşkanları var!
Bu ülkede milli kahraman ilan edilen katiller var!

Her hangi bir başarıda hep büyük Türk Milletinden dem vuran devlet adamları böyle bir cinayette nedense aciz bir Türk Milletinden dem vurmayı tercih eder oluyorlar.

Sinirimden daha fazla bir şey yazamayacağım, aldığım bir kaç e-postayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

e-posta 1:
Ne yazılır...ne söylenir bilinmez...
herhangi bir antropoloji dersinde, Türkiye'nin etnik yapısını anlatacak olsam...
şöyle mi diyeceğim diye düşünüyorum...Türkiye'de sadece Türkler ve Sünniler yoktur...
Başkaları da vardır...Hani şu ötekiler diyerek adı yumuşatılmış azınlıklar...
yine antropolojik bir yorum yapıp...bir kelime ile aynı topraklarda doğup büyüyen yaşayan insanları nasıl kıstırdığımızı anlatacağım diye düşünüyorum...
Ötekiler, azınlıklar, az olanlar, azlığa mahkum edilmiş olanlar...
misyonerler, dış mihraklar, yabancılar, ecnebiler, ermeni dölü olanlar, rum tohumu olanlar, ölüleri çok ağır olan gavurlar, haçlı kalıntıları yani bu topraklarda yüzyıllardır yaşayıp da bu topraklara ait kabul edilmeyen insanlar...
Türk düşmanları, Türklük düşmanları...İslam düşmanları...
bir güvercin ürkekliğinde yaşamaya zorlanan, kültürleri bir azınlık dünyasına tıkılmak istenen insanlar...
önce geleneklerini, inançlarını anlatacağım yani öyle mi....Türklere ne kadar çok benzediklerini, Türklerin de onların sevdikleri şeyleri ne kadar çok sevdiklerini...aynı müziği farklı dillerde dinlesek bile aynı keyfi aldığımızı, aynı toprakta büyüdüğümüzü, Kürt Alevisiyle, Türk Sünnisiyle aynı Malatya'da, aynı Diyarbakırda, aynı Rize'de doğduğunu anlatacağım...
Sonra bana sormayacaklar mı...peki neden bu öfke, bu ayrım, bu saçmalıklar diye...
O zaman ölümün antropolojisini yapabilecek miyim bakalım...
O zaman bana şiddetin antropolojisi mi düşecek...
Yoksa ölümün ardından geri gelmeyene karşı bir kez daha hissedilen derin sessizlik mi düşecek...
Azınlık, Bölücü gibi kelimeleri geride bırakıp bakalım ne zaman öğrenecek bu dil, kardeşlik ve barış demeyi...

e-posta 2:
Dün (20.01.2006) öğleden sonra yeni bir cinayetle, bir tokat yedi Türkiye. Düşünce özgürlüğü ve azınlık hakları konularında verdiği mücadele ile tanınan Ermeni yazar Hrant Dink, İstanbul’un en kalabalık caddelerinden birinde; üzerine sıkılan dört kurşundan ikisinin başına ve boynuna isabet etmesi sonucu feci biçimde öldü. Ve her aydın-yazar cinayetinin ardından olduğu gibi, akıllarda belkide asla cevaplanamayacak sorular bırakarak aramızdan ayrıldı. Açıkça söylemek gerekirse, Hrant Dink’i fazla tanımam; mesala genel yayın yönetmeni olduğu AGOS gazetesini hiç okumadım; daha ziyade televizyondan ve internetten biliyorum (ne kadar bilinebilirse). Dolayısıyla hakkında fazla birşey söylemek üzerime düşmez ama bu cinayetin ardından yaşananlar arasında dikkatimi çeken iki konuyu kaleme almak istedim.

Bu konulardan ilki, bir tesadüfün ürünü. Şu sıralar Hıfzı Topuz’un yeni yayınlanan kitabı ‘Başın Öne Eğilmesin: Sabahattin Ali’nin Romanı’ isimli kitabını okuyorum. Ülkemizde aydın-yazar cinayetleri serisinin 62 yıl önceki kurbanı Sabahattin Ali’nin hayatını ve öldürülüşünü anlatıyor. (S. Ali’nin öldürülüşü hakkında, daha önce yayınlanmamış bilgiler içeriyor.) Kitabın bir bölümü, Türkiye’de 40’ların sonunda yaşanan demokrasi mücadelesini(!) anlatıyor ve eksene Görüşler, Yeni Dünya ve Tan gazetelerinin yayın hayatı ve hepsinin hazin sonu olan 4 Aralık (1945) olaylarını alıyor. Yazar 4 Aralık gününü uzunca anlatmış: şu anda gözümün önüne o sahneler geliyor. Ve inanın, birkaç ay önce Hrant Dink’in mahkemesinde yaşananlarla aynı görüntüler. Aynı derken... Tarih, mekan, kişiler farklı ama ruh hali aynı. Ülkenin bütünlüğünü taş, sopa yumruk vb. ile korumayı kendine görev bellemiş oldukça gazlı kişiler baş rollerde. Tehditler, sloganlar ve küfürler havada uçuşuyor ki, ortamdaki birçok insanın, muhtemelen, diyecek başka birşeyi yoktur. 4 aralık olaylarında hedef matbaa ve kitapevleri olduğundan kırılan dökülen yakılan daha çok şey vardı. Hrant Dink’in mahkemelerinin ardından yaşananların mekanı Adliye binaları olduğu için çok kırılan dökülen olmadı gibi. Lakin, şahsi kanaatim, mekan AGOS gazetesi olsaydı aynı görüntüleri görecektik. Bilindiği üzere, S. Ali, 4 Aralık olaylarından bir süre sonra Markopaşa gazetesini (Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz İle birlikte) yayınlamaya başlıyor ve oda ilk günden itibaren baskı ve tehditlerle başa çıkmak zorunda kalıyor. Derken oda kapanıyor ama “gizli güçler” S. Ali’nin peşini bırakmıyor. 1948 yılının Mayıs ayında, kelimenin tam anlamıyla “kahpece” öldürülüyor. Kanaatimce, 4 Aralık olayları ve Sabahattin Ali’nin öldürülmesi ile Hrant Dink mahkemeleri ve cinayeti arasında biçimsel ve anlamsal bir bütünlük yakalamak, öle hiçte zor ve saçma değil. Bu durum ister istemez insanın aklına “hiç mi bişey değişmedi? sorusunu getiriyor. Gönül isterdi ki cidden çok şey değişseydi de buraya çarşaf çarşaf yazsaydık. Lakin zor. Kendimize batıracağımız daha çok çuvaldız var.

Değinmek istediğim ikinci nokta: televizyon ekranarından izlediklerimiz ve duyduklarımız. Önce görüntülerden başlanabilir sanırım. Son zamanlarda o kadar çok cinayet gördük ki... Hatta “Saddam cinayetini” bir kaç saat sonra tüm çarpıcılığıyla izledik ve 'alıştık'. Hal böyle olunca, cadde kenarında yatan bir cesetin ekranlarda uzunca gösterilmemesi için bir sebep kalmadı: Hrant Dink’in cesetini üzerine örtülmüş kanlı beyaz çarşafın altında uzunca izledik. Bunun anlamı nedir? “Akıllı olun yoksa sizinde sonunuz böyle olur” mu, “Yaşasın, ne hale getirdik vatan hainini” mi? Yada akla gelmeyen daha başka saçmalıklar mı? Görüntüde bunlar varken, insan bir süre duyduklarını anlayamıyor ama zamanla “alışıyor” ve spikeri dinlemeye başlıyor. Oda ne? Aman ne övgüler ne övgüler, “vah vah yazık oldu”lar, “şiddetle kınıyoruz”lar. Sanki birkaç ay önce söylediklerini unutmuşlar veya bizim unuttuğumuzu düşünüyorlar. Hem medyanın cümleleri hem siyasilerin demeçleri aynı iki yüzlülüğü yansıtıyor ve insanın konuşası, yazası kalmıyor. Öyle ya... İnsan hakları desek: binlerce kez söylendi; baş sağlığı dilesek: yine binlerce kez dilendi; milyonlarca yorum yapıldı; zira herkes üzgün. Eyyyy AB süreci, sen nelere kadirsin...

Dün, döneminin en büyük Amerikan zırhlısı Missouri, İstanbul Boğazı’na yanaşırken gönderenlere ve içindekilere yaranmak için “gözdağı” verilen aydınlar; bugün, AB müzakerelerinde mahcup olmamak için yapılan samimiyetsiz açıklamalar ve eylemler. Hani birşeylerin değişip değişmediğini sorgulamıştıkya... Sanırım bu yolda ilk adım, başkalarına yaranmak için değilde kendimiz ve bizim gibi olanlar için birşeyler yapmayı istemek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder